Beyaz Fırtınanın Kucağında
Kategori: Kişisel Gelişim ve İlham
Okuma Sayısı: 4275
09 Aralık 2024
Beyaz Fırtınanın Kucağında
I. Kışın Sessiz Başlangıcı
Kar, kışın bembeyaz örtüsüyle Doğu’nun ücra bir köyünü sararken, doğanın sessiz ve derin huzuru, köydeki derme çatma kulübeyi de sarmıştı. Yarısı ev, yarısı ahır olan bu eski kulübe, tahtaların çatırdadığı ahşap yapısıyla zamana meydan okuyordu. Şubat ayının 15’i, doğa kendisini beyaz bir fırtınaya teslim etmiş, her şeyi örtüsünün altında gizlemişti. Annem, bu uğursuz gecede yalnız başına beni dünyaya getirirken, içerideki loş ışık yalnızca duvardaki izlekleri aydınlatıyor, annemin solgun yüzünü belirsiz bir siluet olarak ortaya çıkarıyordu.
Köyün dar sokakları, beyaz kar örtüsü altında sessizliğe bürünmüş, rüzgârın uğultusu kulübeye usulca girip çıkıyordu. Annem, babam çok uzakta, İstanbul’da gurbetçi olarak inşaatlarda çalışıyordu; onun yokluğu, evin her köşesine yayılan yalnızlıkla derinden hissediliyordu. Annem, soğuğa, imkânsızlıklara ve yalnızlığa karşı dimdik duruyor, evimizin yarısı ahır yarısı ev olan bu mütevazı mekanda hayatı sürdürüyordu. Evin diğer yarısında bir ocak, bir tandır ve birkaç eski minder bulunuyordu. Bu küçük alan, annemin emeğiyle şekillenmiş, sevgiyle yoğrulmuş bir yuva olmanın tüm zorluklarına rağmen, sıcaklık ve huzur yayıyordu.
Annem, beni kendi başına doğurmak zorunda kalmıştı. Ebe, tipiye rağmen zar zor eve ulaşmış, kapıdan içeri girdiğinde annemin yüzündeki yorgunluk ve gözlerindeki direnç onu derinden etkilemişti. Bu coğrafyada yaşam, kadınları çelik gibi sertleştiriyordu. Babamın yokluğu, belki de ekmek parasının peşindeyken, yeni doğan oğlunun sesini duyana dek yıllar sürecekti. İşte ben, böyle bir başlangıçla dünyaya merhaba dedim.
II. İlk Mücadele
Daha bir buçuk yaşımdayken, annem harmanda iş yaparken beni toprak zemine bırakmıştı. Küçücük bedenimde hissettiğim ilk acı, annemin geri döndüğünde gördüğü iki keskin yılan ısırığı iziyle daha da derinleşti. Kasabaya koşturdular; annem kucağımda, yüzünde hem dehşet hem de umutsuzlukla basit sağlık ocağına ulaştık. Doktor, “Zehir vücuda yayılmış, yapacak pek bir şey yok, yaşarsa bir mucize olur,” dediğinde odada derin bir sessizlik çöktü. Annemin gözlerinden süzülen yaşlar, içinden dökülen dualarla birleşti. O gün, hayat bana ilk dersini verdi: Ölümle burun buruna gelmiş, bir mucize ile kurtulmuştum.
Hastane odası, beyaz duvarları ve soğuk havasıyla gerçek dışı bir atmosfer yayıyordu. Annemin elleri, sıkıca benim bedenime sarılmış, umudu korumaya çalışıyordu. Küçük bedenimde hissettiğim her darbe, annemin kalbindeki korkuyu artırıyordu. Saatler geçtikçe, annemin duaları sanki beni koruyan görünmez bir kalkan oluşturuyordu. Sonunda, doktorun söylediği gibi, bir mucize gerçekleşti. Zehir vücutta yayılmadan durdu ve ben yeniden nefes almaya başladım.
III. Yoksulluğun Gölgesinde
İki buçuk yaşındayken, evde sadece ben ve iki inek vardı. Yine o yarı ahır yarı evde yaşıyorduk. Annem dışarıdaydı, akşam sanki gelmez gibiydi. Elimdeki eski fotoğraflar, gaz lambasının titrek ışığı altında duruyor, geçmişin anılarıyla doluydu. Bu fotoğrafları parça parça yırtıp lambanın içine itiyordum. Alevlerin o anlık parlak ışığı yüzüme vuruyor, annemin sonradan sıkça söylediği sözler aklıma geliyor: “Geçmişimizi sen yaktın oğlum.” Belki de geçmiş yoktu; geleceğe hep kendimiz yön verirdik, diyecektim ileride ama o gün bunu bilemezdim.
Dört buçuk yaşındayken bile hayatın yükü omuzlarımdaydı. Köyde yaşıyorsan, hele ki baban gurbette, annenin yükü senin de yükündü. Bana üç inek ve bir dana teslim ettiler. İneğin kuyruğundan tutarak peşlerinden otlaklara gidiyordum. Sabah erkenden, buz gibi havada, karnımda sadece çeyrek bir lavaş ekmeği ve başparmak büyüklüğünde tuzlu köy peyniri vardı. Bozkırda susamış halde, dere tepe geziyorduk; ineklerim, danam ve ben. Su arıyorduk, pınarlardan bir iki damla bulmak için… Her adımda, doğanın zorluğu ve yoksulluğun gölgesinde büyüyordum.
Bu yıllar, hem bedensel hem de ruhsal olarak güçlü birer çocuk olmanın temellerini atıyordu. Annemin sabrı ve emeği, bana her zorluğun üstesinden gelebileceğimi öğretiyordu. İneklere bakmak, onların ihtiyaçlarını karşılamak, su aramak... Bu basit görevler bile benim için büyük sorumluluklar getiriyordu. Ancak, her sabah yeniden başlamak, umutla dolmak ve annemin yanında durmak, bana hayata dair inancımı korumamı sağlıyordu.
IV. Okulun İlk Adımları
Okul çağıma geldiğimde, eğitim hayatımı değiştirecek ilk büyük adımı atmanın zamanıydı. Ama paramız yoktu. Annem, eski bir siyah naylon bez bulmuş, üzerine beyaz iplikle bir şeyler dikiyordu. Bu benim önlüğüm olacaktı. Ayakkabılarım kara lastik, yırtılan yerleri iple bağlanmıştı. Elimde bir parça tezek, onun ısısıyla ellerimi ısıtıyordum. Okul yolunda küçücük adımlarla ilerlerken, kimsesizliğimi, yoksulluğumu içimde taşıyordum. Birinci sınıfta 23 Nisan şiirini ezberlemiş, ilk iki haftada okumayı ve yazmayı öğrenmiştim. Her sabah okula gitmeden önce ineklerin altını temizler, akşam da aynı işi tekrarlardım. Yazdan kuruttuğumuz otları onların önüne atar, danam Plot’a sarılırdım. Plot küçüktü, benim sırdaşımdı. Ona derdimi anlatır, hayallerimi fısıldardım.
O sırada babam hâlâ uzaktaydı. Ben hiç tanımadığım bu adamı kafamda türlü şekillerde var ediyordum. Acaba beni görünce gurur duyar mıydı? Belki de gözlerini kısıp, “Benim oğlum” derdi. Belki de güçlü biri, belki bilge biriydi. Bilemiyordum. Sadece bekliyordum. Köyde yaşam akarken, ben kendi kendime büyüyordum. Her gün, annemin emeği ve sevgisiyle yoğrulan bu küçük dünyada, geleceğe dair umutlarımı yeşertiyordum.
V. Büyük Değişim: İstanbul’a Yolculuk
Günlerden bir gün, annemin sert sesi evin içinde yankılandı: “Yeter artık, ben de İstanbul’a gideceğim. Ya adam ya bana bakacak, ya ben onun peşinden. Bu böyle gitmez.” Bu sözler, evimizin sessizliğini paramparça etti. Ertesi sabah tüccarın geldiğini gördüm. Annem, el altındaki inekleri, danayı, hepsini satıyordu. İçim parçalanıyordu. Beni büyüten, bana hayatı öğreten, yarenlik eden hayvanlarımdan ayrılmak, yoksulluğu bilen çocuk kalbime ağır bir darbe oldu. Plot da gidiyordu. Onunla vedalaşırken gözümden yaşlar akıyor, içime bir yumru oturuyordu. Hayvanların gözlerindeki o masum bakışın, sessizce uzaklaşırken geride kalan boşluğun tarifi zordu.
İlkokul beşe başlayacaktım ki, apar topar yola çıktık. İstanbul’a doğru uzun bir yolculuk. Kamyon kasasında, otobüs köşesinde, dolmuşta, iç içe geçmiş insanların arasında ilerleyen bir yolculuk. Yolculuk boyunca, pencereden dışarıyı izlerken, karın beyaz örtüsü altında eriyip gitmesini izliyordum. Her durakta, farklı insanların hayatlarına tanıklık ediyordum. Bazıları sevinçliydi, bazıları hüzünlü… Herkes kendi hikayesini yaşıyordu. İstanbul’a doğru ilerlerken, içinde bulunduğumuz durumun ağırlığını hissediyordum.
Sonunda İstanbul’da, annem elinde bir adres parçası, babamın çalıştığı yeri arıyordu. Babamı bulduklarında, o kadar şaşırmıştı ki. Gözlerinde önce bir tanıyamama ifadesi, sonra bir sevinç, ardından kocaman bir “Ne yaptınız?” sorusu vardı. Ben ise sokakta gördüğüm herkesi “Acaba bu mu babam?” diye içimden geçirerek büyümüştüm. Babamı şimdi karşımda görüyorum, ama o benim için yabancı. O anda anlıyorum ki babalık kan bağı değil, aynı çatı altında yaşanan paylaşımlarla şekillenen bir şey.
İstanbul, hayallerin ve umudun şehriydi. Ancak, bu büyük şehirde hayatta kalmak, köydeki basit yaşamın aksine çok daha karmaşıktı. Annemle birlikte kiraladığımız ev, rutubetli, bodrum katı bir yerdi. Yağmur yağdığında apartmanın lağımı evin içine taşıyor, kokudan uyuyamıyorduk. Şehir büyük, kocaman. Herkes koşuyor, kimse kimseye bakmıyordu. Her adımda, yüzlerce insanın arasında kayboluyor, kendi yalnızlığımı daha da derinden hissediyordum.
Annem bir gün elimden tuttu, beni bir okula götürdü. “Burada okuyacaksın,” dedi. Oysa okul çoktan açılmış, üç ay geçmişti. Sınıfa girdiğimde, kara lastiklerim, yamalı pantolonum, eski önlüğüm ve kırık şivemle yabancı bir yaratık gibi bakılıyordum. Çocuklar güldüler, dalga geçtiler. Onların dünyasında fakirlik alay konusu, yabancılık dışlanma sebebiydi. Kâğıttan gemilerim, bozkır hayallerim, Plot’un masum bakışları aklıma geldi. Kendimi yapayalnız hissediyordum.
Zaman geçtikçe akran zorbalığı arttı. Sesimi çıkaramıyordum. Annem, babam geçim derdinde. Okula gitmek benim için bir eziyete dönüşmüştü. Son 20 gün kala okula gitmemeye karar verdim. Bu bir isyandı. Eğitime değil, beni ezip geçen düzene başkaldırıydı. Okulu bıraktım, on yaşımdaydım. Kendime bir iş buldum. Her hafta evin pazar ve yiyecek masrafını çıkaracak kadar para kazanabiliyordum. Karın tokluğuna çocuk işçi… Ama en azından kimse beni aşağılamıyordu.
VI. Çalışmanın Zorlu Yolu
On yedi yaşına kadar triko atölyelerinde, tekstil tezgâhlarında durmadan çalıştım. Küçük parmaklarımın altında büyüyen iplikler, makineler, kumaşlar… Yoksulluğu ilmek ilmek ördüm. Her gün, annemin bana öğrettiği sabır ve dirençle, hayatın acımasızlığına karşı durmaya çalışıyordum. Çalıştığım her atölyede, ellerimdeki ipliklerle yeni umutlar dokurken, geleceğe dair hayallerim de büyüyordu.
Ama bir gün, bir akrabamın evine gittiğimde, hayatımın dönüm noktasıyla tanıştım: Bilgisayar. O mavi ekrana yansıyan pikseller, tuşlardan çıkan ses, sihirli bir kutuydu sanki. Aşık oldum ona. Bozkırda su aradığım günler geri geldi aklıma; bu sefer bilgi pınarını bulmuştum sanki. Her fırsatta bilgisayar başına geçip bir şeyler kurcalıyordum. “Bilgisayarlı muhasebe kursu” diye bir ilan gördüm. Yazıldım. Kursta başarılı oldum ama ilkokul mezunu olduğum için belge veremeyeceklerini söylediler. Bu dünya hep engellerle doluydu. Ama ben o engelleri aşmayı çoktan öğrenmiştim.
Bilgisayarın büyülü dünyasında kaybolmak, bana yeni kapılar açıyordu. Her tuşa basışımda, yeni bir şeyler öğreniyor, bilgisayarın sunduğu imkanlarla hayallerimi gerçeğe dönüştürme umudunu besliyordum. Kursun sonunda, resmi belge alamamasına rağmen, kendime güvenim arttı. Bilgisayarın gücüyle, geleceğimin şekillenebileceğini hissediyordum.
Pes etmedim. Açık öğretimle ortaokulu, liseyi tamamladım. Ardından üniversiteye kayıt yaptırdım. Yetmedi, üç üniversite daha okurum. Her biri, benim için yeni bir kapı aralıyor, bilgisayarla, yazılımla, internetle harmanlanıyordum. Özgürlüğüm bilgiyle şekilleniyordu. Üniversite yıllarımda, teknolojinin hızla geliştiğini, bilgisayarların hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline geldiğini gördüm. Bu gelişmeler, benim için hem bir ilham kaynağı hem de yeni fırsatlar demekti.
VII. Askerlik ve Girişimcilik Ruhu
2000’li yıllara geldiğimizde askerdeydim. Askerlikte ofis işlerine verildim; belki talih, belki tesadüf, bilgisayarla, yazışmalarla haşır neşir oldum. Burada edindiğim ofis becerileri, hızla gelişen internet ve teknolojiyle birleşince yeni ufuklar açıldı gözümün önünde. Kendi işimi kurmalıydım. Yeterdi bu kadar emir komuta, yeterdi bu kadar karanlık bodrum daireleri, tekstil tezgâhları.
Terhis olduktan sonra ilk işim kendime küçük bir internet kafe açmak oldu. Mahallenin gençleri gelirdi, oyun oynar, sohbet ederlerdi. Onları izlerken internetin gücünü daha iyi anlıyordum. Ardından bir bilgisayar tamir dükkanı açtım. Parçaları söküp takarken, içimdeki merak ateşi sönmek yerine daha da alevleniyordu.
Derken bir gün dükkânıma iki adam geldi: Haydar ve Sezayi. Avea bayisi işletiyorlarmış. Bana her ADSL başvurusu için 20 TL vereceklerini söylediler. Bu bana mantıklı geldi. Elimde telefon, karşımda potansiyel müşteriler. Sonra aklıma bir fikir düştü: Bu işi çağrı merkeziyle yapabilirdim. Kısa sürede küçük bir ekip kurdum. DSmart ile anlaşma yaptım ve ilk 5 alternatif çağrı merkezi bayisi oldum. Küçücük köyde, ineklerin peşinde koşan, bozkırda su arayan o çocuk, şimdi İstanbul’da bir çağrı merkezi operasyonu yönetiyordu. Hayat, cesaret edene kapılar açıyordu.
İşletmeyi kurarken karşılaştığım zorluklar, beni daha da güçlü kıldı. İlk başlarda her şey yolunda gitti; müşteriler geldi, gelirler arttı. Ancak, rekabetin hızla arttığını ve piyasada yer edinmenin ne kadar zor olduğunu fark ettim. Bu noktada, daha yenilikçi ve teknolojik çözümler üretme ihtiyacı hissettim. Bilgisayar bilgim ve internetin gücü, bu süreçte bana büyük avantaj sağlıyordu. Çağrı merkezi işini büyütmek için yeni stratejiler geliştirdim, ekip arkadaşlarımı motive ettim ve şirketi daha ileri taşımak için çalıştım.
VIII. Yeniden Doğuş ve Engellerin Aşılması
Çağrı merkezi işi doğası gereği bir süre sonra tıkanmaya başladı. Rakipler çoğaldı, şartlar değişti. Ben ise durmadım. Bu süreçte web tasarım, internet üzerinden başvuru alma, talep toplama gibi beceriler geliştirdim. Kapıda ödeme sistemiyle çalışan web siteleri kurmaya başladım. Ürün satıyor, internetten müşterilere ulaşıyordum. Kazandıkça merakım artıyor, merak ettikçe araştırıyor, öğrendikçe büyüyordum. Tekstilden kozmetiğe, farklı alanlarda e-ticaret denemeleri yapıyordum.
Bir süre sonra bir siyasi partiye web alanında danışmanlık yapmaya başladım. Önemli işler üstlendim; iletişim stratejisi, web projeleri… Ama içimde bir ses, vicdanımın sesi, “Burada durma” diyordu. Siyasetin kirli oyunları arasında kaybolmadan, sessizce ayrıldım. Geriye bilgi birikimim, deneyimlerim kaldı. Siyaset bana net gösterdi ki, insanın vicdanı en değerli pusuladır.
Web tasarım ve e-ticaret alanındaki başarılarım, beni daha büyük projelere yönlendirdi. Her yeni projede, önceki deneyimlerimden öğrendiklerimi kullanarak daha etkili çözümler üretiyordum. İnternetin gücünü ve bilgisayar teknolojilerini kullanarak, kendi işimi daha da büyütmek için çabalıyordum. Her yeni web sitesi, her yeni e-ticaret platformu, bana geleceğe dair umutlarımı tazelemekteydi.
IX. Yeni Başlangıçlar ve Zorluklar
Politikayı geride bırakınca yeniden internetten satışa yöneldim. Kozmetik, tekstil gibi ürünler satıyordum. Kendi kurduğum e-ticaret altyapısını iyice oturttum. Bu arada beklenmedik bir darbe geldi: Elimdeki malları dolandırıcılara kaptırdım. Tüm sermayem gitti. Yılgınlık, öfke, hayal kırıklığı… Ama ben bir yılan ısırığından sağ çıkmıştım, bozkırda su aramıştım, İstanbul’da dalga geçilmiş, çocuk yaşta çile çekmiştim. Bir kere daha ayağa kalkmak zor değildi. İş aramaya başladım. Artık elimde tecrübe vardı, bilgi vardı. Yapı market sektörünü keşfettim. Orada edindiğim deneyimler, e-ticaret bilgimle birleştiğinde yepyeni ufuklar açtı.
Yapı market sektöründe çalışmaya başladığımda, sektöre dair birçok yeni şey öğrendim. Ürün çeşitliliği, müşteri ilişkileri, lojistik yönetimi gibi konularda derinlemesine bilgi sahibi oldum. Bu bilgiler, e-ticaret alanındaki tecrübemle birleşince, kendime daha sağlam temeller atabilmek için bana büyük avantaj sağlıyordu. Her yeni proje, her yeni iş fırsatı, beni daha da ileriye taşıyordu. Yapı market sektöründeki bilgi ve tecrübem, benim için yeni kapılar açtı ve e-ticaret alanındaki yeteneklerimi daha da geliştirmeme yardımcı oldu.
X. Geçmişin Gölgesinde Yükseliş
Şimdilerde Türkiye’nin önde gelen bir mobilya firmasının e-ticaret kategorisini yönetiyorum. Oturduğum yerden, bilgisayar ekranından Türkiye’nin dört bir yanına ürün gönderiyor, kampanyalar düzenliyorum. Her tıkta, her siparişte sanki köydeki o ahıra geri dönüyor, kendime “Bak, neler başardın!” diyorum.
Artık geriye dönüp baktığımda, o yarısı ahır olan derme çatma ev, annemin yalnızca doğaya ve kadere karşı verdiği savaş, babamın uzakta ekmek kavgası, Plot’un masum bakışları, kara lastik ayakkabılarım, alay eden çocuklar, dolandırıcılar, zorbalıklar, boşalan lağım suları… Tüm bunlar bir hikâyenin parçalarıydı. Bir başarı hikâyesi. Her engel bir ders, her kayıp bir deneyim oldu.
Benim hikâyem sadece yoksulluktan zenginliğe uzanan bir masal değil. Bu bir irade, sabır, merak ve öğrenme öyküsü. Bir çocuğun, bozkırın ortasında tek başına büyümek zorunda kaldığı, yalnızlıktan bilgiyi, bilgisayarı, interneti keşfettiği bir serüven. Zorluklar bana pes etmeyi değil, yeniden denemeyi öğretti. Her düşüşte dizlerimi temizledim, yeniden başladım.
Şimdi, bilgisayar ekranına her baktığımda, internetten sipariş veren müşterilerin seslerini duyduğumda, çocukluğumu hatırlıyorum. Gaz lambasının ışığında yaktığım eski fotoğrafları düşünüyorum: Belki o fotoğraflar geçmişim değildi, belki ben onlarla geleceğimi ateşliyordum. Bir gün bir ofiste, profesyonel bir toplantıda, arkamda sıralanmış diplomalarla önemli kararlara imza atarken aklımda hep aynı görüntü var: O yarısı ahır olan ev, karanlık bir gece, dışarıda tipi, içeride annem ve ben. O anda attığım ilk çığlıkla, bugün yaşadığım hayat arasındaki mesafe ne kadar büyük! Ama bilirim ki o küçük çocuğun yüreği hâlâ içimde: Direngen, inatçı, meraklı, öğrenmeye aç ve her koşulda hayallerine tutunan.
XI. Sonsuz Umut ve Gurur
İşte bu benim hikâyem. Ahırda doğup, İstanbul’un kalabalık sokaklarında baba yüzü arayan, ardından okulu bırakıp fabrikalarda çalışan, sonra bilgisayarla tanışınca adeta yeniden doğan, bilgisayar kurslarının önünde engelleri tek tek aşan, çağrı merkezleriyle girişimcilik yoluna atılan, sonra web siteleriyle e-ticareti yöneten adamım ben. Tüm yoksulluğu, zorbalığı, kara lastikleri, iple dikilmiş önlükleri, Plot’un gözlerindeki masumluğu, gaz lambasının titreşen ışığını, annemin güçlü ellerini, babamın uzakta ama gözümde büyüyen siluetini yüreğimde taşıyorum.
Bugün hayatımla gurur duyuyorum. Yaşadığım her zorluk, başarı için bir basamak oldu. Öğrendim ki, insan yeter ki vazgeçmesin, yeter ki merak etsin, yeter ki araştırıp denemeye devam etsin. Başarı öyle uzak bir hayal değil, kararlılık ve azimle adım adım örülen bir yol. Ve ben, o yolun her taşını kendi ellerimle dizdim.
Artık biliyorum, insanın doğduğu yer kaderini yazmaz. En zayıf, en çaresiz anında yıkılmamak için direnen bir yürek, kendine yol açar. Ben de öyle yaptım. Şimdi arkamda bıraktığım o uzun, zorlu ve engebeli yolda başım dik yürüyorum. Başımı göğe kaldırıp gülümserken, kulaklarımda annemin sesi çınlıyor: “Oğlum, sen geçmişimizi yaktın!” Evet, belki yaktım ama küllerinden yepyeni, güçlü bir gelecek inşa ettim. Bu benim alın teriyle, bilgiyle, sabırla, inatla, merakla yazdığım öyküm. Bu öyküde ağlamak da var gülmek de, yıkılmak da var ayağa kalkmak da… Ve son sözü yine içimdeki o küçük, büyük yürekli çocuk söylüyor: “Ben hâlâ buradayım.”
Yorum Yap